27 Haziran 2011 Pazartesi

Meslek Ayrılıkları, Hobiler ve Tahammülsüzlük Üzerine Bir Geyik

İnsanlar doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Bu büyüme sırasında ailesi, akrabaları ve ona yakın olan insanlar tarafından yetiştirilip çeşitli ahlaki değerler edinirler. Bu süreç içinde ise Allah vergisi bazı yetenekleri ortaya çıkar. Kimi zaman bu yeteneklerin farkına varılmaz. Bunda aile fertlerinin, ebeveynlerin hayata bakış açısı ve imkanları çok önemlidir. Pek çok insan vardır ki biraz eğitimle komple bir sanatçı olabilecek kapasitesi varken, hiçbir eğitim alamaz ve bambaşka şeylere yönelir, yönelmek durumunda ve zorunda kalır. Bazen de tam tersi olarak insan tamamen odun olmasına, öküz olmasına ve hatta direkt kütük olmasına rağmen her türlü imkana sahip olup bu imkanları hunharca çarçur edip ya da kullanıp, ittirmelerle bir yerlere gelebilir. Bu normal. Bir banka müdürü, işletmeci, patron, yönetmen, şarkıcı, fotoğrafçı vs.. Bu işlerin bu insanlar tarafından ne kadar hakkı verilerek yapıldığı şöyle dursun, az önce bahsettiğim ‘başka yönde ilerlemek zorunda kalanlar’ yaş ilerledikçe, başka işler yaptıkça ve ayaklarının üzerinde durmaya başladıkça (maddi olarak) insanı hayata bağlayan, haz veren küçük hobiler aramaya başlarlar ve içgüdüsel olarak bazı dallara yönelirler.
Kimi kredi kartına taksit yaptırarak kendine yarı profesyonel bir fotoğraf makinası alır, kimi (bizim yaptığımız gibi) kendince oturur bir şeyler yazar, kimi resim yapar, kimi beste.. Benim görüşüm insanın yaşayabilmesi için gerekli olan şartları yerine getireceği, maddi güç kazanacağı bir iş yapması ve o işinde tam anlamıyla bilgi sahibi olmasıdır. Ama bu ”Her şeyden biraz bileceğime, bir şeyi çok iyi bilirim daha iyi” anlamına gelmemelidir. Zaten insanın doğası gereği bu mümkün değildir, çünkü bi’ insan ömür boyu aynı şeyin üzerinde yoğunlaşıp kalamaz. Kendini böyle faşist bir şekilde kalıplaştıran, önüne duvarlar çeken ve yeniliğe/yeni şeyler denemeye kapatan insanın ruh sağlığından şüphe ederim. İnsan her alanda aktif olması gereken bir canlıdır. Örneğin hobi ile kendince bir şeyler yapan eleman niye topa tutulur, yerden yere vurulur, eleştirilir hiç anlamam. Facebook’ta 1-2 tane fotoğraf çekip Photographer yazabilir. Bence de hoş değil ama yazsın arkadaş kime ne bundan? Sen söyleyince, kıçını yırtınca ”Ben yanlış bir şey yapıyorum galiba” diye düşünmüyor/düşünmeyecej de bu insanlar. İşin iyice bokunu çıkardılar artık. Öyle ki çevremde de sık sık şahit olduğum bir olay, çevreyi eleştirmekten kendi adına bir şeyler üretememeye başlandı. Bunun altında biraz kıskançlık olduğunu söylesem yanılmış olmam herhalde. Ya da koltuk davası. Henüz dahil olamadığım sinema sektöründen örnek verirsem, yıllarca akademik olarak bunun eğitimini aldıktan sonra sahaya çıktığımda binlerce aynı akademik eğitimi almış rakibim olduğunu biliyorum. Bi’ de bunun üzerine dişçilik ya da muhasebe işi yapan bir kimseyi elinde fotoğraf makinasıyla görürsem; hele ki bir yerde özenip photographer falan diye bir şeyler açtığını.. Elbette sahiplenme ya da şimdi adını bulamadığım garip bir psikolojiyle ”Ulan bir de seninle mi uğraşacağım?!” diye atarlanmaya başlarım. Ta ki ben gerçekten güzel bir şey çıkarana kadar.. Ben güzel bir iş yaptıktan sonra o adamların hobileri zaten benim gözüme batmaz. Niye batsın lan herkes işinde gücünde zaten. Bu kadar tahammülsüzleştiğimize bazen gerçekten inanamıyorum. Doğadan geldik, bunlar hep sonradan edinilen isimler, sıfatlar cartlar curtlar. Bu kadar üzerimize yapıştırmasaydık bence çok iyi de olacaktı çok güzel iyi de olacaktı tağam mı?

Soren Kierkegaard’ın Felsefesi

Kierkegaard’a göre felsefe Aristoteles’ten bu yana hep özlerle, idealarla, her türden mantıksal kurgularla ilgilendiği için bireyin gerçek yaşamı hep gözden kaçmıştır. Kierkegaard, ilk eleştirilerini bu tutuma ve bu tutumun büyük temsilcisi Hegel’e karşı yapar; ona göre soyut düşüncelere dalmak ile ya da doğa bilimlerinde yapıldığı gibi ölçüp biçmekle bireyin varoluşu anlaşılamaz.

Varoluş, “somut, öznel ve uyanık insanın yaşamıdır.” Varoluş terimini modern anlamda kullanan ilk filozoftur Kierkegaard. Varoluş derken ne anlıyor? İlk olarak Kierkegaard soyut düşünmeye karşı somut düşünüşe yönelir. Soyut düşünme de varoluşla ilgili kaygılarıyla birlikte tek kişi unutulmuştur. İkinci olarak nesnel düşünceye karşı çıkar. Nesnel düşünce de kişisel tutkunun, sevgi ve nefretin, ilginin kısaca her içten olan şeyin öldüğüne inanır. Nesnel düşünme karşısına, öznel düşünmeyi koyar. Öznel düşünen, kendi geçek varoluşunun iç yönünü ortaya koyarak felsefe yapar en çok karşı çıktığı filozofta yukarıda belirttiğimiz gibi “soyut düşünür” Hegel’dir.

Hegel’de öznel varoluşu içinde tek kişinin ortadan kalkmasına dahinin bile düşüncenin sürüklediği boş bir yaprak gibi olmasına karşılık, bu yeni felsefesi ile Kierkegaard tek kişiyi, kendi, asıl varoluşunu en uyanık bilinci içinde toplamak ister.

Bu felsefe doğrudan doğruya şu çağrıyı duyurmak ister: “yaşamını boşuna harcama, günlerini öldürme, uyku içinde geçirme, uyan ve insan ol!” Kendisi “bütün yaşamını, doymuşluğu içinde uyuklayan insanları nasıl uyandırabileceğini düşünmekle geçirdiğini” söyler. Belki insanların biri cılız biri kanatlı –eşit olmayan- iki atın çektiği bir arabaya oturup yürü diye bağırsa! Belki o zaman uyanacaktır. Kanatlı at sonsuzluk, cılız at zaman, arabacı da içimizden her biri. Zaman içinde sonsuzluğun kendisine parıldadığı kimse, kendi varoluşunda uyanmış olan kimsedir. En iyi uyandırma aracı da kaygılı korku ya da iç daralmasıdır. Her insanın içinde bu korku yerleşiktir. Ona göre dünya da yapayalnız kalabileceği, tanrı tarafından unutulmuş olabileceği, milyonlarca iş güç arasında gözden kaçmış olabileceği korkusu. Ama korku, bu iç daralması korkak ruhlar için değildir. Ancak korkuyu ta yüreğinde bütün uyanıklığı ile tutan ve bundan kaçmayan kimse, bu korkuyla varoluşunun uyanıklığını sürdürebilir.

Böylece varoluş sorusuna Kierkegaard’ın verdiği cevap: varoluş, somut, öznel ve uyanık insanın yaşamıdır. Varoluş, uyanık insanın yaşamını en açık sorumluluğu içinde sürdürdüğü bir bölümüdür, bir parçasıdır. Ancak varoluş, üzerinde düşünmeye elverişli değildir, onu düşündüğümüz anda onu ortadan kaldırmış oluruz. “kendisini düşündürmeyen bir şey vardı” diyebiliriz ancak, o da şu: varolmuş olan. Kavranamayan, olağanüstü bir şey ona ancak sezerek ve inanarak yakınlaşabiliriz.

Yani kısaca varoluş irrasyoneldir. Onu kavramlarımızla kavramaya çalışır çalışılmaz kaçıp gider elimizden. Öyle ise varoluş, paradoksal bir şeydir. Ancak düşünmeden önce veya sonra, ancak tutkular ve eylemlerle bir an için onu yakalayabiliriz, bir anlık, birden bire olan bir parlama içinde onu görebiliriz. Büyük ruh hareketlerinde ve tutkulu eylemlerde mantıksal düşünme çözülür, kaybolur. Düşünmek ve varoluş birleşemez.

Kierkegaard’ın Kitapları:
  • Etik / Estetik Dengesi
  • İroni Kavramı (Sokrates’e gönderme yaptığı kitap)
  • Ölümcül Hastalık Umutsuzluk
  • Kaygı Kavramı
  • Kahkaha Benden Yana
  • Evliliğini Estetik Geçerliliği
  • Günlüklerlerden Makalelerden Seçmeler
  • Felsefe Parçaları Ya Da Bir Parça Felsefe
  • Korku ve Titreme Diyalektik Lirik
  • Baştan Çıkarıcının Günlüğü

1 Şubat 2011 Salı

Pislik Adamlar

     Severim pislik adamları, dürüsttürler. Yalan söylemez, insanın suratına çarpan bir yapıları vardır. Yalanla karşılaştıklarında insanın topuğunu ensesinden sokarlar. Aynı adamların yazar olanlarını da severim. Ama popüler kültüre malzeme olmamalarını tercih ederdim. Ya da öyle görülmemelerini. Bir insanın başarılı olmasından dolayı tanınıp bilinmesinin yan etkileri olmalı.. Bukowski'den örnek vereyim; herifin herhangi bir popülerlik kaygısı kesinlikle olmamıştı. Hatta Bono ve Sean Penn'in, adına bir film yaptığını duysa, birinin üzerinde sigara söndürür, diğerinin başında bira şişesi kırardı. Tek derdi hayatını anlatmaktı. (Kimsenin okuyup okumaması da umurunda değildi.) Zaten yalnızlıktan zevk duyan bir adamın ne gibi bir popülerlik derdi olabilirdi? Çalıştığı işleri, düzüştüğü kadınları, içtiği içkileri ve at yarışına olan düşkünlüğünü anlatıp dururdu. Ama şimdi görülüyor ki Bukowski okumak ergen işi olmuş ve ayak takımının kendini bulma yeriymiş gibi gösteriliyor. Aynı yargıyı neredeyse Nietzsche ya a Sartre'a da yapacaklar. Midem kalktı. Bu tamamen kendini klasik müzik dinleyerek boynuna fular bağlayıp öksüre öksüre içmeyi beceremedikleri puronun altında ezilen, insanın özündeki ait olma duygusunun tavan yaptığı, içlerindekini sıçamadıkları için ağızlarından boktan başka bir şey çıkmayan, felsefenin karanlık ve asık yüzleri.. O'nun dağın zirvesinde yapayalnız durduğuna ve insanı mutsuz eden bir kavram olduğuna inanan postmodernizmin yavşakları. (Postmodernizm başka bir şeydir, yavşaklık başka.) Postmodernizm iyidir, onun gölgesine sığınıp yapılan yavşaklıklar değil.
       Aynı 'Pislik'liği Tarantino ve Scorsese gibi adamların filmlerinde de bulabilirsiniz. Doğadan gelen bir canlı olan insanın ne hallere düştüğünü bir gözlemleyin. Nezaket ! Bu benim gözümde ahmakların işidir. Nezaketin bittiği yerde kabalık değil, insanlık başlar. İnsanların neden bu kadar uçlarda yaşamaya hevesli olduğunu da anlamak mümkün değil, artık insanlar için neredeyse ya siyah ya da beyaz.. Tarantino'nun filminden bir örnek; Pulp Fiction filminden sadece komik sahneleri aklından tutan bir zihniyet düşünün. Ya da düşünmenize gerek yok sokağa çıkıp 'Ucuz Roman'ı izledin mi?' diye birine sorun. Gelecek tepkiler belli: ''Ayy evett yaa, çok komikti.. xP'' ya da '' Iyyy hep kan var o adamın filmlerinde yaa!..'' Bu tip adamlarla çiş kardeşi bile olmayın derim ben. Yaşanan olaylara farklı gözlerle bakma yeteneği elbette her insanda doğuştan olmayabilir fakat bu kazanılacak bir şeydir. Zihinlerde çözülemeyen şeylerin karalanması durmalı, önce bir durup, hakkında beynin yettiği kadarıyla enine boyuna düşünülmelidir. En azından bunun için çaba harcayan bir insan değer görmeye layıkdır (benim nezdimde). Bahsettiğim bu 'Pislik Adamlar'ın aslında insanın özüne en yakın canlılar olduğunu, onlara 'pislik' denmesinin aslında neyin sebep olduğunu bir düşünün. Felsefeyi yüzü asık bir kavrammış gibi gösteren insanları gördüğünüz yerden de hemen uzaklaşın. Felsefe iyidir, felsefe zihni işler ve güçlendirir, düşündükçe düşünmeye ve yorumlamaya sevk eder. Fakat düşünen insan mutsuz değil durgundur. Her durgun insan da mutsuz değildir. Zaten insanlar kusarken de hapşıramaz.